18 Ekim 2009 Pazar

Hadi bana denizi anlat.


Anadolu’nun ücra bir köyünde yaşayan bir baba-oğul varmış. Baba tarlaya çalışmaya gittiğinde, oğlu da onunla gidermiş. Baba çalışırken, oğul geniş dallara sahip bir ağacın gölgesinde tek başına oyun oynar, babasını izler, ona su, ayran filan götürürmüş. Güneşin incecik ışıklarıyla dallarının arasından indiği ağacın serin gölgesinde birlikte yemeklerini yerlermiş.
Baba oğluna bir gün denizi anlatmış. En yakın deniz yaşadıkları köye çok uzakmış. Askerlik yaparken görmüş babası. Oğluna güzelleyerek anlatmış denizi. Çocuk kocaman açtığı gözleriyle dinliyormuş babasını.
Aradan günler geçmiş. Çocuk hep babasıyla gidiyormuş tarlaya. Ne zaman babası yemek için ağacın dibine gelse, çocuk “baba, denizi anlatsana” diyormuş. Babası da her defasında, ilk seferki gibi heyecanla anlatıyormuş. Çocuk, her seferinde, yeni duyuyormuşcasına dikkatle bakıyor ve dinliyormuş denizin güzelliklerini. Babası denizi o kadar güzel anlatıyor, o kadar iyi süslüyormuş ki, çocuk için bir efsane, mucizevi bir doğa harikası halini almış deniz.
Seneler böyle geçmiş. Baba yaşlanmış, oğul büyümüş. Bir gün, elinde iki otobüs biletiyle gelmiş babasının yanına. Hadi baba demiş, gidiyoruz. Nereye oğlum? Denizi görmeye.
Baba-oğul binmişler otobüse, düşmüşler yola. Bir gün sonra varmışlar denizin olduğu yere. Otobüsten inene kadar deniz görünmemiş. Sormuşlar yolu, varıp gitmişler en yakın sahile.
Karşılarında duruyor işte o deniz. Tüm uçsuz bucaksızlığıyla ve heybetiyle… Babası mutlulukla izliyormuş denizi. Hiç konuşmadan bakmışlar denize. Dakikalar saatleri kovalamış.
Güneş battı batacak. Baba dönmüş oğluna. İfadesiz bir yüz. Sanki boşluğa bakan, hiç bir şey görmeyen bir çift göz. Oğlu derin bir şaşkınlık ve hayal kırıklığının orta yerindeyken dönmüş babasına ve şöyle demiş: Baba… Baba, hadi bana denizi anlat.

Charles Aznavour ve Yirmili Yaşları anlatan şarkısı


Fransa’ nın Frank Sinatra’sı Charles Aznavour un aşk şarkılarını çoğunuz bilirsiniz.Dinlerken sözlerini anlamasanız da duyguyu verir insana.Charles Aznavour un en sevilen şarkısı kuşkusuz
‘’ La Boheme ‘’.Daha dün yirmi yaşındaydım diye başlar.Jen –Marc Vallee in 2005 yapımı C.R.A.Z.Y adlı filminde,babası Zac’a yirminci yaş gününde ,pikaptaki Aznavour un sesiyle eşlik ederek bu şarkıyı söyler ve bu şarkı senin için yazılmış der.Bu şarkı yirmili yaşların özlemiyle ,o zamanların değeri bilinmez gençliğini anlatır.(Tesadüf mü bilmiyorum bu şarkının süresi de tam olarak 2 dakika 20 saniyedir.)Yirmili yaşlar çoktan geride kaldığında mutsuzluklar bile ,tuhaf bir keyifle hatırlanan toyluklar olarak kalır.Hep yarım kalmışlıklarla doludur.İşte bu şarkının Fransızca sı ve bulduğum Türkçe tercümesi:
je vous parle d'un temps
que les moins de vingt ans
ne peuvent pas connaître
montmartre en ce temps-là
accrochait ses lilas
jusque sous nos fenêtres
et si l'humble garni
qui nous servait de nid
ne payait pas de mine
c'est là qu'on s'est connu
moi qui criait famine
et toi qui posais nue

la bohème, la bohème
ça voulait dire on est heureux
la bohème, la bohème
nous ne mangions qu'un jour sur deux

dans les cafés voisins
nous étions quelques-uns
qui attendions la gloire
et bien que miséreux
avec le ventre creux
nous ne cessions d'y croire
et quand quelque bistro
contre un bon repas chaud
nous prenait une toile
nous récitions des vers
groupés autour du poêle
en oubliant l'hiver

la bohème, la bohème
ça voulait dire tu es jolie
la bohème, la bohème
et nous avions tous du génie

souvent il m'arrivait
devant mon chevalet
de passer des nuits blanches
retouchant le dessin
de la ligne d'un sein
du galbe d'une hanche
et ce n'est qu'au matin
qu'on s'assayait enfin
devant un café-crème
epuisés mais ravis
fallait-il que l'on s'aime
et qu'on aime la vie

la bohème, la bohème
ça voulait dire on a vingt ans
la bohème, la bohème
et nous vivions de l'air du temps

quand au hasard des jours
je m'en vais faire un tour
a mon ancienne adresse
je ne reconnais plus
ni les murs, ni les rues
qui ont vu ma jeunesse
en haut d'un escalier
je cherche l'atelier
dont plus rien ne subsiste
dans son nouveau décor
montmartre semble triste
et les lilas sont morts

la bohème, la bohème
on était jeunes, on était fous
la bohème, la bohème
ça ne veut plus rien dire du tout
yirmi yaşın altındakilerin bilemeyeceği
zamanlardan söz ediyorum size.
o vakitler montmartre; leylaklarını,
pencerelerimizin altına kadar asardı.
bize yuva olan fakirhanemiz
beş para etmese de
tanıştığımız yerdi orası.
ben açlıktan bağırırken,
sen çıplak poz veriyordun.

bohem, bohem
mutluyuz demekti

bohem, bohem
ancak iki günde bir yemekti.

komşu kafelerde,
şöhreti bekleyen birkaç kişiydik
kazınan bir mide ve sefaletimize rağmen
inancımızı yitirmiyorduk.

ve bazı bistrolarda
sıcak yemek karşılığında
bir tuval alıyor,
sobanın etrafında toplanıp
dizeler döktürüyorduk.

bohem, bohem.
"güzelsin" demekti
bohem bohem.
deha hepimizdeydi.

çok zaman şövalemin önünde
bir göğüs çizgisinin
bir kalça kıvrımının
desenlerini düzelterek
beyaz geceler geçirirdim.
ancak sabah olunca,
birer kafe-krem alıp otururduk:
tükenmiş ama hoşnut,
birbirimizi sevmeli,
yaşamı sevmeliydik:
bohem, bohem
yaş yirmi demekti
bohem bohem
hepimiz o zamanın havasına girmiştik.

günlerden bir gün tesadüfen;
eski adresime yolum düştü.
gençliğimi görmüş duvarları, yolları
hiçbirini çıkaramadım.

bir merdiven üstünden,
artık eser kalmamış atelyeyi aradım.
yeni dekoruyla üzgün gibi geldi montmartre
ve leylaklar ölmüş.

bohem, bohem
gençtik, çılgındık.
bohem, bohem
hiçbir şey ifade etmiyor artık.

Tuzla ve Şelale Cafe




Doğa cennetindeydik

Kahvaltı Keyfi Tuzla' da

Haftanın son gününün sabahı çıktık evden kahvaltımızı Tuzla nın sevimli ve doğayla iç içe mekanlarından Şelale Garden Cafe de yaptık.İstanbul karmaşasından uzak,trafik gürültü olmadan hafif çiseleyen yağmur eşliğinde çaylarımızı yudumlarken oğlum kazları simitle beslemenin keyfine vardı.Onları izlemek gerçekten harikaydı.