30 Aralık 2009 Çarşamba

Ruh anahtarım


Günlerden pazar. Bize yakın kurulmuş olan, Anadolu yakasının popüler outlet mağazalarının olduğu alışveriş merkezi Viaport’ taydım.Ufaklığın yılbaşı hediyesi sevdası uğruna ,pazar günü onca kalabalığa akma cesareti gösterdim.Sevmem hafta sonları alışveriş mekanlarının keşmekeşine karışmayı.Nadiren de olsa paçayı kaptırıyorum işte.Otopark alanına girmemle,kalabalığı fark etmem bir oldu.Park edecek yer bulmanın zorluğu gözümü korkuttu.Neyse ki şansım yaver gitti ,bir yere konuşlandırdım arabayı.Benim ufaklık ve genç kızımız Yasemin ablasıyla birlikte, ilk girdiğimiz yer, tabi ki onun isteğini karşılayacağımız elektronik mağazasıydı.Amaç, bir mp3 çalar olmasına rağmen,onca alternatifin içinde gözü dönen küçük delikanlım,ne isteyeceğini şaşırmış bir durumda kapris yapmaya başlayınca durumu ele almak zorunda kaldım.Onu tekrar hedefe kilitlemek üzere, tehditkar cümleler savurdum.Başarılı oldum tabi ki!Yumuşak geçişlerle olayı bitaraf etmeye gücüm yetmemişti.Mecburdum anlayacağınız.Oraya kadar gitmişken,birkaç yeni yıl armağanımı da halletmek üzere mağazaları kolaçan etmeye başladık.Kendim için bakmıyorum derken,askıda tişörtler arasında bir tanesi dikkatimi çekti.Önce dış görünüş itibariyle beğendiğim anahtar resminin üzerinde ki yazı dikkatimi çekti.’KEY TO MY SOUL’.Yani,’Ruh anahtarım’.Vay be! Dedim.Şimdiye kadar,baskılı tişörtler hakkında beslediğim olumsuz düşüncelerim rafa kalkmış,nedense bu mistik yaklaşımı üzerimde taşıma fikri hoşuma gitmişti.İlk kez yazının anlamına vurularak bir şey satın almak istemiştim.Başkaları için ne ifade edeceğinin önemi olmadan, giydiğimde benim için manalı bir havaya bürüneceği hissiyle satın aldım.Dolaştık,yemeğimizi yedik.Bir kaç alışveriş yaptık derken , aldıklarımı arabanın bagajına koyduk.Eve gitme amacıyla yol alırken önümüze çıkan sinema izleyebilme olasılığını,değerlendirme kararı verdim.Bunu zaman zaman yaparım.Kafama eser çark eder,kendimi yeni sürprizlere açarım.Planlanmamış şeyleri yaşamak daha hoşuma gider.Bizimkilerin de onayını aldıktan sonra kendimizi ‘Avatar’ isimli,harika bir düşler diyarında buldum.Filmin asıl isteklisi benim ufaklık olmasına rağmen,salona onun için girdim,kendime keyif payları harmanlayarak dışarı çıktım.Eve dönüşümüz akşamın onunu bulmuştu.Oldukça geç saatte dönmeyi göze alarak sinemaya girmiştik, iyi de etmiştik.Herkes hayatından memnundu.Evin önüne gelip poşetleri indirmeye sıra gelince bir baktım kiii!,’Ruh anahtarımı kaybetmiştim.:)Nasıl severek aldığımı düşününce,üzerinden beş saat geçmiş bir zamanın ardından ,onu bulabilme ihtimalinin zayıflığı beni bir süre düşündürdü.Ama her şeye rağmen,geri dönüp aramayı denemeden kabullenmenin beni rahatsız edeceğini biliyordum.Üstelik ruhumun sesini dinlemeliydim.:)Üşenmedim,arabayı yeniden Viaport’a yönlendirdim.İçim huzursuz değildi aslında.Eğer o ruh anahtarı bana aitse nasılsa bana geri dönecekti.İlk park ettiğimiz yere yaklaşınca yerde kıpkırmızı duran poşetin orada durduğunu gören Yasemin;’İşte ! duruyor ‘dediğinde hayli şaşırdığımı söylemeliyim.İğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalığın dikkatinden kaçmış bizi bekler görmek beni sevindirdi .
tabii!Uğuruna inanarak satın aldığım tişört,satın aldığım andan itibaren farklı bir gün ve anı yaşatarak bana geri dönmüştü.Daha üzerime giymeden,bendeki anlamının altını çizen olaylar zincirine tanıklık yapmıştı.Geceyi sonlandırmadan bir salep içme fikri fena değildi.Yine plan dışı bir kararla arabayı park ettim.Oturmadan önce lavaboya girdik.İçeride akça pakça yüzlü bir kadın,temizlik yapıyordu..Açıkçası, başta bizi gördüğüne pek memnun olmadı.’Temizlik yapıyorum her yer su içinde,nasıl gireceksiniz?’ dedi.Gecenin bir saatinde, yaptığı işin zorluğundan mütevellit,gerginliğine gösterdiğim anlayışımla alttan alan cümlelerle içeriye daldım.Onun içinden geçeni seslendiriyor gibi;’Bıktım sizden rahat yok!’diyorsun değil mi dedim.Kadın yumuşadı haliyle.’Olur mu canım siz olmasanız ben nereden ekmek yiyeceğim?’ diye cevap verdi.Bu sefer o, benim orada oluşumun,pozitif düşünceye çevrilmiş duygu akışını bana yansıtmaya başlamıştı.İşte budur! Dedim içimden.Selamı hangi dilden çakarsan, karşılığını aynı dilden alırsın.Çoğunlukla deneyimlediğim sebep sonuç ilişkisiydi yaşadığım.Bu diyalogdan sonra arkası geldi tabi ki!Kısa bir sohbet geçti aramızda.Ben sordum;Ayakları su içinde ,cevap verirken , yüreğinden dökülen kırık hikayesini de ortalığa akıttı.Hayat mücadelesinin içinde yaşadığı zorlukları anlattı.Duygulandım.Bir gecenin içinde akıp giden zamanın,farklı yaşantılara tanıklık ettiğini düşünerek duygulandım hem de!Evde bekleyen üç çocuk,çalışmayan hasta bir koca.Tuvalet temizliğiyle para kazanmaktan erinmeyen ,haysiyetli bir kadın.
’Bu akşam bir anne ve çocuk geldi buraya.Lavabonun üzerine ayakkabılarıyla çıkan ufaklık çamur içinde bıraktı.Sonra bana döndü:’Biz pisleteceğiz,sen temizleyeceksin,işin bu! ‘Dedi bana.’Tabi ki haklısın temizlerim güzel çocuğum diye cevap verdim.’ Diyecek kadar da işiyle onur duyan bir Türk kadını hem de!Oradan çıkmadan cüzdanımdan çıkardığım bir miktarı hediye etmek istediğimi söyledim.Utanmaması için,itinayla ısrarımı haklı çıkaracak nedenler sundum.Onun için almak da ,benim için vermek de zorlanası bir iki dakika geçirdik.Ama gözlerinin içinde,yarım saat öncesine kadar birbirini hiç tanımayan iki kişinin oluşturduğu yakınlığın, sevgisini taşıyan bakışlar yüreğimi ısıttı.Onunla tanışmama vesile olduğu için,satın aldığım tişörtün, üzerindeki yazı,daha içi dolu bir anlama dönüştü.Aslında,işin içine maddi bir fedakarlık girince bunu yazıya dökmek şöyle dursun,dile getirmek bile gereksiz gelir.Ama bu yaşadığım benim için o kadar enteresan bir durumdu ki,iç sesimizin bizleri nerelere ve kimlere kadar götürdüğünün örneği olarak bunu geçiştirmem mümkün değildi.Tesadüf gördüklerimizin altında seçimlerimizle yönlendirdiğimiz etkileşimler yumağı saklı.İnanıyorsanız herhangi bir yazı bile sizin yaşamınızı anlamlı kılabilir.Neyi nasıl anlamlandırıyorsanız,işte ruhunuzun anahtarı odur.
Tıpkı bu hikayede olduğu gibi:
Zamanın birinde iki tane kız kardeş varmış, çok akıllılarmış.
Etrafındaki ve okuldaki tüm bilgi onlara yetmez olmuş.
Bir gün anneleri onları dağdaki bilge bir adama götürmeye karar vermiş.
Kızlar, bilge adamla bir süre çok mutlu olmuşlar ama sonra sıkılmaya başlamışlar,
"Bilgenin bilemeyeceği bir soru bulmamız lazım" diye düşünmüşler...
Kızlardan biri "Buldum!" diye sevinmiş.
İki elimin arasında bir kelebek koyacağım ve bilge adama soracağım:
"Avucumun içinde bir kelebek var. Canlı mı, ölü mü?
''Ölü'' derse, kelebeği bırakacağım. ''Canlı'' derse, avucumu hafifçe bastıracağım.
Her ne derse desin cevabı bilemeyecek."
Kızlardan birisi kapalı tuttuğu ellerini bilgeye doğru uzatmış.
Ve sormuş:
"Avucumun içinde bir kelebek var: canlı mı, ölü mü?"
Bilge adam cevap vermeden önce uzun süre kızın gözlerine bakmış, bakmış ve cevaplamış:
"Senin elinde kızım. Senin elinde... canlı kalması da senin elinde ölü olması da!"
Şimdi bakın hayatınıza ve mutluluğunuza.
Nerede mi?
Açın avucunuzu...
Sizin ellerinizde: Tam avucunuzun içinde...

27 Aralık 2009 Pazar

Kısa film(SONRAKİNİ BEKLEYECEĞİM)

sinema - fragman - j’attendrai le suivant | izlesene.com


Bu kısa metrajlı film 2004 yılında Avrupa film festivalinde ödül almış ve 2003 yılında Oscar’ a aday olmuş.Uzunca bir süre önce izlediğim bu video,bugün yazı çalışmasında sohbet ederken aklıma yeniden geldi. ilk izlediğimde,hoşuma gitmiş hafızamda yer etmişti.Tekrar hatırlatmak istedim.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Doğduğum evden masalımsı mektup


İki katım,aşı boyamla sadece doğduğun ev değilim. Geçmişi kucaklayıp, geleceği örtüleyen anılar beşiğiyim . Yanı başımda nar ,karşımda incir ve kayısı ağaçları;Önlü arkalı avlumda sizlerin oyunları:Yedi kiremit,yakar top,saklambaç,sek sek,elim sende.Hele birde şen kahkahalarınızla istop naraları.Aynı çatımın altında,bir düzine candınız.Yıllarca acı tatlı ne günler yaşadınız. Hatırlamazsın sen dünyaya gelmeden önce,aileyi erkek çocuk beklentisi sardı .E! Dünyaya gelen bir kız çocuk,nasılsa vardı.Şimdi sıra,doğacak oğlandaydı.Bir sonbahar sabahı,doğumun gerçekleştiği an,bütün aile şoktaydı.Kız oldun diye,kasvet duvarlarıma yağdı.
Eben Belkıs hanım ne naif ve ne hoş kadındı.Baktı durum karışık,konuyu ele aldı.Sevmediniz bu kızı,erkek olmadı diye.Ne isim düşündünüz bilemem ama,’Sevil’ diyelim mana olsun bu cana.Peki dedi aile,karşı çıkmadı kimse.Senden sonra zaten muradına erdiler.Bir değil,üç erkeği sevdiler.Ben sizin oyunlarınız için biçilmiş kaftandım..O zamanlar apartman sevdanıza ne çok yanardım.Anlamazdınız,özgürlüğünüzün değerini.Bir binaya tıkılmanın sıkıcı günlerini .Pek beğenirdim anneanneciğinin ‘Sefer tası’ benzetmesini.Ah !Derdim sessizce, ‘bunlar nereden bilsin benim nimetlerimi.O mis kokulu çiçekler içinde geçen günlerin güzelliğini.’Haklı olduğumu yıllar sonra anladığına eminim.İnan bana maksadım seni üzmek değildir benim.Zaten özlemle beni yad edersin.Gönlünde resimlediğin,görüntümdesin.Sahi,neden yok olmamdan evvel bir resim çekmediniz?.Anılarınızı saklayan beni albümlerden sildiniz.Bak yine sitem ediyor buldum kendimi. En iyisi neşeli bir anıyla bağlayayım bu demi.Hani mahallenin çocuklarını bahçemde toplardın ya!Hayrandım konser vermek için,fişi mikrofon yapmana.Hangi fiş olacak canım,merdivenimin dibindeki tulumba.Motorunun fişi sanata da hizmet etti sonunda.Şaka şaka !Dalga geçiyorum sanma.Öyle güzeldiniz ki ! Masumiyetinizle neşelendirdiğiniz günleriniz olmasa ,o zor günler nasıl katlanılırdı oysa.Bilirsin, gündüzlerim keyfe,gecelerim kedere bürünürdü.Karanlığım o küçük yüreğinizde,korkularda yürürdü.Baban iyi insandı.alkole sarılması olmasa.Her akşam gireceği kapıdan endişeleri salmasa.Üzülürdüm,benim güzelliğimi de gölgelemesine.Sizlere mutluluk vermemi engellemesine.Ne yaparsın,onun elinde değildi.İçmediğinde ne de tatlı bir beydi.Yaşananların silgisi gündüzlerin sevincinde gizliydi.
Derken zaman su gibi aktı geçti.Duruldunuz ,dağıldınız zamanla.Benim sonum da gelmişti bir imzayla.Direnemedim koca binaların hükmüne.Çok katlı apartmanı diktiler ya yerime.Varsın olsun orada benim izim var.Ara sıra uğrarsan, hatıralar karşılar.


Sevil

20 Aralık 2009 Pazar

Hayır diyebilmek



'Hayır demeyi bilmiyorsunuz
Neredeyse ezik bir kişiliğiniz olmak üzere. Çünkü insan kaybetmemek için, gelen bütün taleplere evet demek gerektiğini zannediyorsunuz. Bu yanlış bilinç, kendi ihtiyaçlarınızı görmezden gelmenize, enerjinizi hep başkaları için harcamanıza neden oluyor. Boşverin, siz bir talebine hayır dediniz diye sizi terk edecek insanlarla olmayın zaten. Hem arada bir siz de bir şeyler talep edin ki insanlar varlığınızın farkına varsınlar. Çok cömert ya da açık yürekli olabilirsiniz, ama siz de en nihayetinde bir insansınız.'

Ortalıkta dolaşan testlere göz gezdirmem ,çözmem de! Bugün çözesim tuttu işte.Eğlencesine takılırken öyle bir sonuç çıktı ki ağzım bir karış açık kaldı:)Zaman zaman farkında olduğum ve nasıl değişeceğimi bilemediğim arızama dokununca şaşırmamak mümkün değildi.Bu arızayı nerden kaptım,çocukluğumun hangi evresinden bugünlere getirdim bilmiyorum ama kurtulmak istiyorum.Evet ben kolay kolay HAYIR diyemiyorum.Aman sevdiklerim kırılmasın,yanlış anlaşılmasın vs.. Üstüne üstlük,arızanın en vahim tarafı talep etme özürlüyüm.Kendi adıma beklentilerimi minimum seviyeye indirerek,mutlu olmayı deneyimlerken,başkalarına yetememek duygusundan mutsuz oluyorum.Böyle birisine denk gelsem bende yapışacağım en sonunda.'Hem istemez hem verir' Ne güzel geliyor kulağa değil mi?Sınırı nerede başlar nerede biter bilmediğimiz ilişki yumaklarının içinde düğüm olmaktan kurtulamama duygusu ne demek bilenleriniz varsa beni çok iyi anlarsınız eminim.İki seçeneğim var;Ya zamanımı bu düğümleri çözmekle harcayacağım.Veya artık düğümlere izin vermeyecek kendi zamanımı yaşayacağım.Tabi ki gönlüm ikincisinden yana.Hatta alıştırma olsun diye olur olmaz her şeye 'hayır' demeyi bile düşünüyorum.Ağzım alışsın.Alışsınki gerektiği yerde, bunu gerektiği gibi kullanabileyim.
Bu sefer içimi döktüm sayın okurlar:Sevin sevmeyin farketmez.Blogun adı bile,kusurlu dört hareketten biri sanki.Neden adım 'Sevil' ve neden bloğuma seçtiğim isim 'Sevilesi günceler' şimdi anlamış bulunuyorum.Çok kaaleye almayın ,fikrimi değiştirdim diyorum.:)

11 Aralık 2009 Cuma

Hiç bir şey silinmesin..



Elime bir silgi verildi ! Silmek istediğim ne çok şey varken kalakaldım !Silmeye kıyamadığım sadece sevinçlerim değildi.Acılarım da benimdi.Öyle benimdi ki ,sevinçlerimin özünü buldum onlarda.Nefretimde ,şefkatimin sıcaklığını;Yalnızlığımda ,paylaşımlarımı;
Göz yaşlarımda,kahkahalarımı;Unutmak istediklerimde,hatıralarımı;Hasretimde kavuşmalarımı;Silerim sandım bir kalemde imkanım olsa ,silindikçe eksileceğimi düşünmeden.Eksilmiş duygularla kalmış yarım yamalak mutluluk balonları uçuştu önümde.O kadar çabuk kayboluyorlardı ki her biri! İz bırakmadan yok olmalarına gönlüm razı olmadı.İşte o zaman barıştım acılarımla.
Bugün yaklaşık bir sene önce yazdığım bu yazıyı,gazetede okuduğum şu haber üzerine ,buldum ve tekrar okudum.
Acı hatıralar silinebilecek
Ünlü oyuncu,Jim Carrey’nin ‘Joel barish ‘karakterini canlandırdığı ve ayrıldığı sevgilisini unutmak için gördüğü özel bir tedavide yaşadıklarını konu alan
‘’Eternal Sunshine of The Spotless Mind ‘’(Sil baştan) filmi gerçek oldu.New York Üniversitesi’nde bilim adamları,insanların hatırlamak istemediği anılarının hafızadan kalıcı olarak silinebileceğini belirledi.İlaçsız geliştirilen bu yöntem,insan hafızasında zaman zaman açılan pencerelere müdahalelerde bulunularak ,gerçekleştirilebilecek.Doktor Daniela Schiller ,’’İnsan hafızasında bulunan bazı pencereler uygulanan terapiyle kalıcı değişime uğrayabiliyor.’’dedi.Bu yöntemle anksiyete rahatsızlıklarına da alternatif tedaviler geliştirilebilecek.
Ve bu haberden sonra ,2006 yılında gösterilmiş, izlememiş olduğum ‘Sil Baştan’ filmini izledim.Filmin sonunda ,’Silgi’ adlı yazımda ki düşüncelerimde ne kadar haklı olduğumu anlamam bir tarafa,yaşadığımız tüm acı hatıraların ,mutluluk anıları kadar değerli olduğunu,senaryolaştırılmış ve gözümün önünde canlanan hikayeyle daha güçlü hissettim.Mutsuzluklar hafızalarımızda peşimizi bırakmadan bizi takip ediyor diye hayıflanırken,onların arasında;Belki bir daha hiç yaşayamayacağımız kadar güzel anlarında o acılarla harmanlandığını,bizi büyüttüğünü anladım.Bazen olayları ,tek bir pencereden bakarak,hayatın bütünselliğini algılamakta zorlanıyor;Yaşadıklarımızı kendi doğrularımıza göre elemenin bizi daha huzurlu kılacağını sanıyor ne çok yanılıyoruz.Doğanın düzeninde öyle bir ahenk var ki , o bizim olumsuz yaşadığımızı sandıklarımızdan bile bize farkında olmadığımız hediyelerle geleceğe uğurluyor.Enteresandır ki ,bu haberi okumadan ve filmi izlemeden yazmış olduklarımın ,şimdiye uygun hisler yaşatarak tekrar önüme çıkmasını ,hatta daha da iyi anlayabileceğim noktaya getirmesini ,hayatın bazen öncesiyle sonrasını yer değiştirerek bize oynadığı bir oyun olabileceğini düşündüm.Ve yine tekrarladım:
Elime bir silgi verildi!Sileceğim ne çok şey varken kalakaldım.

8 Aralık 2009 Salı

Modanın bize ettikleri ve etkileri





Üzerinde ,önünde kuru kafa desenli siyah bir tşört,boynunda metal birkaç zincir takmış ,on oniki yaşlarında bir delikanlı ile göz göze geldiğimde,ilk aklıma gelen rock müzik oldu.Gülümsedim.Çekingen bir tavırla gülüp gülmeme arasında dudağının kıvrımları birazcık belirginleşti ama bu iletişimden tedirginliğini gözlerinden okuyabiliyordum.Belli ki kendini ifade etmek için oluşturduğu tarzın ilgi çekmesi onu rahatsız etmişti.Yine de dayanamadım.
_Rock müzik sevenlerden misin? Diye sordum.Belki sorma şeklimin yumuşaklığından,daha rahat ve kendisine güvenli bir şekilde yanında ki arkadaşına bıyık altı bir gülümseme fırlatarak ;
__Evet severim. Dedi.
__Rap ile uzaksınız o zaman dedim.Eh yani !anlamında bir beğenmezlik ifadesi takınması sorumun cevabını çok güzel veriyordu zaten.
Çok bilgi sahibi olmasam da ,bu rock ve rap akımının görsel yansımalarını taşıyan kıyafet tarzlarını yakalayabiliyorum.Uzaktan baktığınızda bile ,belirgin bir şekilde görsel imajlarıyla imzalarını atıyorlar.Aslında bir bakıma bu hepimiz için geçerli.Dış görünüşümüzün,üzerimizde taşıdığımız kıyafetlerin,renklerinin ve hatta hatta makyaj tarzımızdan tutun da aksesuarlarımıza kadar kişiliklerimizi ele veriyoruz.Saçlarını çok farklı kesimlerle,alışık olunmayan renklerle dikkat çekmekten rahatsız olmayanlar ,genelde düşüncelerinde ayrıcalık olduğunu,geleneksel bakış açılarına uygun yaşama isyanlarını haykırırlar aykırı saç modelleriyle.
Toplumdan farklı görüntü verme gayretinde olanlar olduğu kadar,çevresinde gördüğü hatta hayat tarzlarına özendiği kişilere tıpa tıp benzemeye çalışanlar da var elbet.Belki böylelikle diğerleriyle uyumlu bir görüntünün sosyokültürel bir kazanç sağlayacağı düşüncesini beslerler içlerinde.Bu modacıların işlerini kolaylaştırıyor sanırım.Markalaştırdığı ve ekonomik düzeyi yüksek insanlara hitap edebildiği ürünleri piyasaya sunarak ,almak için birbiriyle yarışan kadınlardan rant sağlıyorlar.Şu aralar’’ çakma’’ kelimesiyle Türkçe’ mize yeni bir anlatım kazandırmış olduğu (!) taklit ürünlerinde peynir ekmek gibi satılması işlerine pek gelmese de ,önüne geçemedikleri bir başka Pazar oluşturuyorlar toplumda.Zar zor geçinen işçi ,memur babaların annelerin yeni yetişen kızları ,oğulları yetişemedikleri o imaj veren görüntüleri ,kulaktan kulağa yayılan reklam sayesinde ,bilindik adreslerden toplama yarışına giriyorlar.En komiği de bu iki kesimle yakından uzaktan ilgisi olmayan dar gelirli vatandaşın uğrak yeri pazarlar da bu şaşaalı markaların amblemlerinin bulunduğu tişörtleri üzerinde taşıyan ,modadan bihaber ama modanın içine dahil edilmiş olanlar.
Bir süre önce basında çıkan bir haberde ,Antalya ‘da yaşayan üstelik yaşı başı yerinde ,fabrika sahibi bir vatandaşımızın satın aldığı tişört yüzünden mahkemelik olması haberi ilgimi çekti.Adamcağız muhtemelen ,rengini ve modelini kendisine yakıştırarak satın aldığı tişörtün önündeki ‘Mod pimp’ yazısını pek önemsememişti anlaşılan.Yeni tişörtüyle ortalıkta salınmaya başlamasıyla üzerine çektiği ilginin hoş bir beğeni duygusu verdiğini hayal ediyorum nedense:

.
Zamanla çevreden aldığı kötü tepkiyle uyanması sonunda üretim yapan firmaya dava açarak bu ayını yaşatanlardan hakkını almaya çalışıyordu.Kim bilir kaç kişi başka dillerde ne anlamlara gelen tişörtlerle salınıyor ortalıkta. Sakın birileriyle dalga geçiyorum zannedilmesin.Bir ara bende,farkında olmadan kendimi güzellik kraliçesi ilan eden bir tişörtle sezonu bitirmiştim.:)Yine de şanslıymışım o başka.Bu adamcağız ayıp tişört sattılar diye firmadan hakkını almaya çalışadursun yakın bir arkadaşımın yeni yetişen kızı ,moda diye küfür yazılı baskısıyla aldıramadığı tişört için bayağı dil dökmüştü ailesine.Birileri bu arkadaşa modaya uydun havan oldu dese belki teselli bulur hatta firmadan özür bile diler (!) kim bilir?:)
Bu haberin yansımasından bir süre sonra ,bu kez sıradan biri değil ünlü bir komedyenin başına benzer bir olayın geldiği haberini okuduk.Bu kişi komedyen Ata Demirer’den başkası değildi.Çıktığı bir televizyon programında Ata Demirer tişört hastası olduğunu ve altı yüze yakın tişörtü olduğunu belirtti.Bu zaafıyla yeni bir alışveriş gününde,iki üç tişört arasında kararsız kaldığını ,bir porno gay sitesinin reklamını yapan ‘Hotmale ‘(sıcak adam ) yazan tişörtü, hotmail ile ilgili kelime şakası zannederek aldığını söyledi.Hatta ‘Normalde gay sitelerinde gezmediğim için bilemem yani onun çok ünlü bir gay porno sitesi olduğunu bilmiyordum.Giydim,işimizi yaptık kimse giyme aman sakın ha o çok ünlü bir site çıkar onu falan demedi.O tişörtle ben on beş gün tv programında çalıştım.Çok sevmiştim ,yazık oldu diye bir açıklama yapmak zorunda kaldı.
Modanın gücü öyle sahipleniyor ki bizi,ilk başlarda ‘ Ne bu böyle hayatta giymem ! dediğimiz kıyafetlere bir süre sonra gözümüz alışıyor ve sahip olma duygusuyla yanıp tutuşuyoruz öyle değil mi?Biz mi modaya uyuyoruz ,moda mı bizi kendisine uyduruyor sorusu tavuk mu yumurtadan çıkar ,yoksa yumurta mı tavuktan sorusundan farksız.
Moda dolu günler……
SEVİL

7 Aralık 2009 Pazartesi

resim ve felsefe


9. yüzyılın büyük ingiliz ressamlarından William Holman Hunt'ın, bir bahçeyi tasvir eden bir tablosu Londra Kraliyet Akademisi'nde sergileniyordu.
Hunt'ın; "Kâinat ışığı" adını verdiği bu tabloda geceleyin elinde bir fenerle bahçede duran filozof kılıklı bir adam görülüyordu.

Adam, serbest kalan eliyle bir kapıyı vuruyor ve içeriden bir cevap bekler gibi görünüyordu. Tabloyu tetkik eden bir sanat eleştirmeni Hunt'a dönerek:
"Güzel bir tablo doğrusu, ama manasını bir türlü kavrayamadım. Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Ona kapı kolu takmasını unutmuşsunuz da..."

Hunt gülümsedi ve ekledi:
"Adam alelade bir kapıya vurmuyor ki... Bu kapı, insan kalbini simgeliyor. Ancak içerden açılabildiği için, dışında kola ihtiyacı yoktur."

Bir film ve Saatler



Virginia Woolf,20.yüzyılın en büyük kadın yazarlarından biri.''Mrs. dalloway''adlı romanından uyarlanan 'Saatler'the hours'cümleleriyle sarsıcı bir film.Sanırım bir kere değil bir kaç kez izlenmesi gereken filmlerden.Romanını okumadım en kısa zamanda okuyacağım.Aslına bakarsanız önce romanı okumak ,voolf' u anlamak sonra bu filmi izlemek lazım.Filmin içinde sarfedilen cümleler hafızayı yoracak ,düşündürecek cinsten.Hem kitabı okuyup ,hem filmi izleyenler,kitap ve film birbirlerinde ki eksikliği tamamlamış diyorlar.Bu yüzden okumadan izleme cesaretini gösterdim.Herkes gibi çok etkilendim.Nicole Kidman ın diğer filmlerini de izlemiş biri olarak ,karakteri bu kadar benimsemesi sadece dış görünüşle değil ,bakışlar ve duruş ile de iç kargaşasını böylesi başarılı yansıtmasına hayran kaldım.Filmin yorumuyla ilgili nette bulduğum sayfayı aynen aktarıyorum.
aids hastası richard, ölümün ona ulaşmasını sabırsızlıkla beklediğini her hareketiyle belli etmektedir. tam bu esnada clarissa ile konuşurken, richard'ın ağzından şu cümleler çıkar:

"insanlar birbirleri için yaşarlar... her şeyi birden istiyoruz değil mi?"

uzunca bu cümleler düşünülür. cidden birbirimiz için mi yaşıyoruz? bizi hayata bu kadar sıkı bağlayan bir başkası mı? ya da başkaları? üstelik her şeyi birden isteyecek kadar bencilken ?

clarissa ise bir başka sahnede kızıyla konuşmaktadır. kızına richard yokken kendini önemsiz hissettiğinden bahseder. yine bir konuşmasında richard'ın ona bugün o bakışığı fırlattığını söyler. hangi bakıştan bahsettiğini soran diğer karaktere şunları söyler:

"hayatın önemsiz, sen önemsizsin bakışı."

clarissa ölümü bekleyen richard'ın bakışını bilerek bu şekilde yorumlar belki de. çünkü onun gitmeye hazırlandığınıı biliyordur. olabilecek en acı bekleyişin içindedir ve bu durumda bile insanoğlu bencildir. kendini düşünür. onun olmayacağından çok, onsuz "önemsiz" olacağını düşünür.

ve kıskançlık... virgina woolf'un ablası kendi çocuklarına, hayattan tüm bağları kopartılmış ve delirmekte olan ablasıyla ilgili şunları söyler:

"teyzeniz çok şanslı çünkü onun iki hayatı var. birincisi yaşadığı hayat, ikicisi ise yazdığı kitaplardaki hayatı."

virginia woolf'un hayattan tüm bağlarının koparılmasında huzur arayışı yatar. oysa o bunu talep etmemiştir. londra'nın karmaşasından koparılıp bir kasabaya götürülmek onun için bir sürgündür. "bu kasabada öleceğim" der kocasına, kocası bunun ona zarar gelmemesi için yapılmış bir iyilik olduğunu anlatmaya çalışırken. en sonunda kocasını londra'ya geri dönmeye ikna eden virgina woolf şöyle der:

"hayattan kaçarak huzur bulamazsın leonard."

oysa ne kadar sık yaptığımız bir şey bu değil mi? sorun gördüğümüz an kaçıyoruz. öyle bencil olmuşuz ki başkasını dinlememek için yapmayacağımız şey yok. en yakınlarımıza bile yapıyoruz bunu. tam bu noktada clarissa'nın sözleri akla gelir:

"dağılıyor gibiyim."
biri dağılırken ve parçalarını toparlamaya çalışırken nasıl başka biri için üzülebilir ki? filmde dikkat çeken bir öğe "dağılmak". laura'nın oğluyla geçen birçok sahnede lego benzeri oyuncaklar dikkat çeker. richard'ın neden sürekli bu oyuncaklarla oynadığını düşündüğümüz vakit filmin sonu hakkında hemen bir fikir sahibi olabiliriz. richard en son kendinin de artık dağılma vakti geldiğini düşündüğünde aniden oyuncaklarıyla yaptığı evi yıkarcasına kendini başka birinin gözleri önünde öldürür.

ve woolf'a eşi "neden biri ölmeli? kitabında öyle yazıyordu..." diye sorduğunda woolf " diğerlerinin, hayatlarının değerini anlaması için" der. kardeşinin kızıyla konuşurken ise woolf kitabının karakteri için şunları söyler:

"kahramanımı öldürecektim ama vazgeçtim. onun yerine başka birini öldürebileceğimden korktum." tam bu anda sahne laura'yı otel odasında sular içerisinde gösterir. ama laura hayatı tercih eder ve sular geri çekilir. ailesini terk eder ama hayatı terk edemez. ve bu esnada kendini balkondan aşağı atmadan önce richard'ın clarissa'ya dedikleri akla gelir:

"senin için hayatta kaldım ama artık gitmeme izin vermelisin."

tam bu noktada anlaşılır ki hayatta kalmak aslında bireysel bir tercihdir. ve insanoğlunun pek çok kararında etkili olduğu gibi, "bencillik" bu kararda da etkilidir. richard; clarissa'dan vazgeçtiği için değil, hayattan vazgeçtiği için clarisa'dan vazgeçer. laura; çocukları ve eşi var diye hayatı seçmez, aksine onları terk eder ve kendisine yeni bir hayat kurar. virgina woolf, hayatından vazgeçerken çok sevdiği kocasından da vazgeçer.

tüm bunlara bakıldığında her gün şikayetçi olduğumuz "hayat" söz konusu olduğunda nasıl bencilleştiğimiz göz önüne gelir. eğer bunu sonlandırmıyorsak buna çeşitli bahaneler buluruz. sevdiklerimiz ya da korkularımız gibi... oysa o bir bütündür sevdiklerimizi ve korkularımızı kapsayan. ve biz onu, "o" olduğu için seçeriz.
aynı woolf'un eşine dediği gibi:

"you choose life for what it is."


İTÜ SÖZLÜK
Ve filmde aids hastası richard'ın sözlerinden;

"çünkü ben bir yazar olmak istedim, hepsi bu,
her şey hakkında yazmak istedim.


kısa bir zaman diliminde gerçekleşen her şey hakkında.

kollarında taşıdığın çiçeklerin nasıl gözüktüğü...

bu havlu - nasıl koktuğu ne hissettirdiği...

lifleri,iplikleri.

bütün duygularımız- sizlerin ve benim.

bunun geçmişi.

bizim bir zamanlar kim olduğumuz.

dünyadaki her şey.

her şey birbirine karıştı.

tıpkı şimdi her şeyin birbirine karıştığı gibi.

ve ben başaramadım.

başaramadım.

neyle başlarsan başla her zaman başladığından çok daha azıyla sona eriyor..."

6 Aralık 2009 Pazar

Müzik ve Dans


Insane Belgian Train Station Dance - Watch more Funny Videos
Müzik ve dans ,bütün insanlığın ortak dili gerçekten.Dilini anlamasanız bile içinize dokunan şarkılar olur.Dinlemeye doyamazsınız.Seviniriz müzikle rahatlarız,üzülürüz müzikle hüznü yaşarız.Bizler müziğin hakkını veriyoruz ama dansın yeterince değil sanırım.Dans etmek zor gelir.Müziğin ritmine ayak uydurmaya ,dikkat çekmeye çekiniriz.Ancak belli formlar içinde,bir kutlama veya ortam varsa, çok rahat olmadan gerçekleşir nedense!Pistte çift olarak dans etmeyi sohbet ortamına dönüştürmemiz hep komik gelir.Ya yanımızdakilerle ya karşımızdakiyle konuşmaktan dans edemeyişimiz yani.İnsan bedenini en rahat ve içinden geldiği gibi kullandığı alandır dans.Ruhsal olarak müthiş bir deşarj yöntemidir oysa.Folklör normları içinde ,bölgelerimize ait dans türleri var elbette.Bu bakımdan zengin bir milletiz.Ama benim bahsettiğim o değil aslında.Parmak izi gibi ,herkesin kendine özgü vücut dilini kullandığı dans figürlerinin oluştuğu kaygısız hareket rahatlığından bahsediyorum.Küçüklüğümde çok severdim,müziğin ritmine ayak uydurmaya çalışmayı.Çok güzel oynardım diye bir iddiam olmasa bile,kendimi özgür bir biçimde bunu yaşayabileceğim ortamlarda bulunmak mutluluğun adıydı.Topluluklarda bazen kısıtlardı annem çok oynamamam için.İçim giderdi ,ah bir rahat bıraksa da şöyle rahatça döktürebilsem diye:)Bazen izleyerek,kendimi orada hayal ederek bu hevesimi gidermeye çalışırdım.Coşar evde oynardım çoğu kez.Orada yasak yoktu nasılsa.Yaşınız ilerler oto kontrol daha gelişir.Yaşınıza yakıştırmazlar öyle coşkulu oynamayı.Bir kaç yıl önce,gittiğim bir avrupa gezisinde,kaldığımız otelde ,akşam yemeğinden sonra yapılan aktivitede ,geceye renk katan italyan kadın geldi gözümün önüne.Yaşı oldukça geçgin zar zor yürüyebilen ,kilolu birisiydi.Ama o haliyle öylesine dans etmişti ki hayranlıkla izlemiştim.Üstelik hazırlıklı geldiği,sıradan olmayan ,oldukça gösterişli kıyafetinden belliydi.Etrafında kimse yokmuşçasına ve hissederek oynadığından bu kadar güzeldi bence.İnsan,etraf ne der ,nasıl bulur demeden kendisi için yaşayabiliyorsa bu duyguyu işte o dans başka oluyor.Yaz tatilinde bol bol izlediğim, bu tarifime uygun, her an izlemekten bıkmayacağım biri de arkadaşımın kızı Yasemin benim için.Müzik ile öyle bütünleşiyordu ki,o an çalan melodinin dilini çözüyordu vücuduyla.Kasıntısız,gösterişsiz ,kendisi olmayı başararak coşmak bu işte diyordum her izlediğimde.Otellerin animatörleri tarafından,belli bir müzik eşliğinde,kurgulanmış hareketlerle dans ettirirler bilirsiniz.Başta saçma ve çocukça gelir.Hatta çocuklar katılır daha çok.Ya da çocuklarıyla gelen aileler onlar için çıkar sahneye ya da öyle görünür kendisi için oynar bilemiyorum.Tadına varabilirseniz harika rahatlatıcı bir aktivitedir.Ben bu videoyu izlediğimde bunun benzeri bir şey hayal ettim.Şehrin en büyük meydanında ,belli tarihlerde ,kocaman bir topluluğa bunu yaşatabilecek bir ortam oluşturarak,insanlığın ortak diliyle hareket özgürlüğü oluşturmak.Psikologlar ne düşünür bilemem ama bence ruhun çözülmesi adına müthiş bir eylem olduğunu düşünüyorum .

23 Kasım 2009 Pazartesi

Mutlu Yıllar Tuna'm


Bugün canım Tuna'mın doğum günüydü.Doğduğunda içimde filizlenen sevgi yaş aldıkça daha da büyümeye devam ediyor.Onun büyümesini izlemek çok keyifli.Kardeşime olan sevgimin, katlanarak büyüyen coşkusunu her yaş dönümünde daha da hissediyorum.

22 Kasım 2009 Pazar

Sadece ben...


• Paldır küldür yaşıyoruz.Zamanın yetmediğinden şikayet ediyoruz ,hızlı yürüyor,acele konuşuyor,birbirimize derdimizi bir an önce anlatmak için cümleleri kısaltıyor, anlamların hakkını vermiyoruz.Sanal alemin,yazma üşengeçliğini slm,nbr vs.. gibi sesli harfleri yutarak ifade etmemizi, yaşadığımız aleme taşıyor,yarım yamalak söylenmiş kelimelerle anlaşılmayı bekliyoruz.Birbirimizin gözünün içine bakarak,duyguları katıştırarak yapacağımız sohbetleri; Elimizde,belimizde taşıdığımız telefonlarla bölüyor,kaybedilmiş hislerin ,toparlanamayacağı zaman dilimleriyle yaşanmış varsayıldığı, diyaloglar kuruyoruz.Bir işi yaparken, diğerlerini düşündüğümüzden anı ıskalıyor,etrafımızda yanıp sönen ,bizi parlatacak yıldızları bir bir karanlığa gömüyoruz.Karanlıkta kaldığımızı fark ettiğimizde ise ,bizi bu kör kuyuya atan davranışlarımızı yargılamak yerine ;Başkalarını suçluyor,beklentilerimizi karşılama konusunda cimrilik yaptığını düşünerek, her güne yeni günah keçileri ilave ediyoruz.Duygu yoksunluğumuzu , yeni sahip olacağımız maddi kanallara bağlıyor,bize mutluluk vermesi için satın aldıklarımızdan medet umuyoruz.Vermiyor,doyurmuyor.Bir sonraki gün diğerini ,diğer bir gün daha başkasını elde etmek için çaba harcayarak, elimizden kayıp giden hayatın arkasından bakakalıyoruz.Alışveriş merkezlerinin bu kadar yoğun olduğu günümüzde,bir müzik dinletisinin,bir resim sergisinin,kültürel bir etkinliğin sükunet esintilerinden kendimizi mahrum bırakıp ,kalabalığın keşmekeşinde kaybettiğimizin sadece zaman değil ruh dinginliği de olduğunu biliyor muyuz?Bir gününüzü gözlem altına alın ve dışarı çıktığınızda sizinle iletişim kuran insanların,size odaklı ,gözlerinizin içine bakarak ve gerçekten sizinle ilgilenerek kaç dakika geçirebildiğini izleyin.Eminim bana hak vererek evinize döneceksiniz.
Böyle bir başlangıç yapmamın nedeni ;Dün yeni başladığım yazı kursunda,ben hayatın içinde, tam ortasında olduğumu düşündüğüm zamanların keyfini yaşadım.Zamanın akışının yavaşladığını hissettirecek kadar dingin, bir o kadar da akışkan ve düşünce filizlerinin yeşerdiği ruhuma can suyu katıştırarak doydum ,beslendim.Paldır küldür yaşamak diyerek söze başladım .Bu söz tekrar tekrar beynimde çanlar çalarak beni ikaz ederken buldum kendimi.Sükun anlatım diliyle sohbet eden; Mario Levi ‘yi tanıdıktan sonra fark ettirdi kendisini .Sanki o bir şekilde, ömrünün yelkovanını ve akrebini kendi yarattığı saatine bağlamış tik tak sesleri olmadan ,sessizce her anı damıtarak ilerleyen akışkanlığının içine sizi de alarak karşısındakine dış dünyayla ilintisiz aynı zamanda kesintisiz bir süreç yaşatıyor .Sözlerine başlarken ,çoğu zaman öylesine sarfettiğimiz ‘’Merhaba’’yı geçiştirmeden,anlamının’’Benden zarar gelmez'' demek olduğunu söyleyerek , tanışmaya vesile olan bir kelimenin bile ağır ağır sindirilmesini sağlayarak, içi dolu merhabalaşmanın tanıklığını da yaşatıyor.Edebiyat yeniliyor,edebiyat vuruyor,edebiyat örseliyor,edebiyat değiştiriyor insanı ehil ellerde.Edebiyatın içinde hayat var çünkü.Yaşıyor,yaşatıyorsunuz.Sorguluyor,sorgulanıyorsunuz alabildiğince.Kendinize aynada bakıyor,bir başka ben buluyor ,onunla tanışıyor:Merhaba’’Benden zarar gelmez’’ diyorsunuz kendinize.Korkularınızla yüzleşiyor,acılarınızla büyüyebilmeyi öğreniyorsunuz.Edebiyatın içinde olmayı isteyen insanlarla birlikte,sadece ben olabilmenin ne kadar zor olduğunu anlıyor ama sadece ben olma anını yakalayabilince ise asıl olmak istediğiniz kimliğinize bürünüyorsunuz.İşte bir cumartesi gününü ben, gerçekten ben olabilmenin hazzıyla geçirdim.Ne dışarıda akan trafik,ne paldır küldür yaşamaya çalışan insanlar ne de gürültülü düşüncelerimin rahatsızlığı vardı.Sadece ve sadece ‘’Ben’’….
Sevil

19 Kasım 2009 Perşembe

Bilmiyorum diyebilmek


Geçenlerde Ankara'da bir sokakta gençten bir adama yakınlardaki bir yerin adresini sordum.Dakikalarca düşündü,kem küm etti,bir o tarafı gösterdi bir bu tarafı.Sonunda sorduğum adresle ilgisi olmayan bir yönü gelişigüzel işaret ediverdi.Kafadan attığı o kadar barizdi ki ,dayanamadım soruverdim.
''Tarif ediyorsun ama aslında sorduğum yerin neresi olduğunu bilmiyorsun değil mi?''Önce boş boş baktı.Sonra yarı mahçup gülümsedi.Çocukça bir tebessümle durumu kabul etti.''Doğrudur abla.'' dedi.''Peki öyleyse niye öyle garip garip tarifler uydurmak yerine açıkça'Bilmiyorum' demiyorsun?'' diye sordum.Bu şeçenek hiç aklına gelmemiş gibi şaşkın baktı yüzüme.Söyleyecek laf kalmadı.Sustuk karşılıklı.
Sahi niye bir türlü bilmiyorum diyemiyoruz şu hayatta hemen hemen hiç bir konuda? En bilmediğimiz zamanlarda bile bilirmiş gibi yapmalarımız neden? Basit bir adres te sorsalar ,kapsamlı siyasi ya da felsefi analizler yapmamızı da isteseler verdiğimiz tepki aynı:Bilirmiş gibi yapmak.Gözümüzü yumup başlıyoruz konuşmaya.Kelimeler köşeli bir uçurtma gibi çıkıyor boğazımızdan.Kuyruğu uzun bir uçurtma ,git git bitmiyor.Her konuda habire bir şeyler söylüyor,tanımadığımız şahislar hakkında gayet iyi tanırmışız gibi ileri geri konuşuyoruz..Bazen konuşmakla kalmayıp yazıyoruz da.Bileden ama bildiğimizi zannederek.Bildiğimiz izlenimini vererek.
Bilgi çağında yaşıyoruz.Yarım yamalak bilgiler çağında.Kitap okumak veya derinlemesine sabırla araştırmak yerine ,internetten üstün körü bir şeyler öğreniveriyoruz.Yetiyor.Televizyon kanallarında her akşam habire tartışma üstüne tartışma izliyoruz.Sanki her konuda zıt fikirlerde olmak ve çatır çatır tartışmak durumundayız.Bu ''Mevzilenme'' arayışı beraberinde'Düşünsel sabitlenmeyi' getiriyor.Kendimizi hep bir öteki üzerinden tanımladığımız için,adeta çivi çakıyoruz bulunduğumuz yere.İşte o zaman 'Sabit fikir sahibi'olmaya doğru yol alıyoruz,pupa yelken.Şu basit hakikatı bile söyleyemiyoruz kendimize:''Bugün şu anda filanca konuda böyle düşünüyorum.Ama yarın fikirlerim değişebilri.Ben değişebilirim.Başka bir açıdan bakabilirim.Bir ihtimaldir.İhtimal güzel şeydir,Belki değişirim.''
Cahilin cehaleti kötüdür.Hamdır,Koftur.İçi boştur.Ama daha kötüsü 'bilen'in gafletidir aslında.Bilgiyle gelen cesaret ve cehalet karışımıdır.Bazen bilgi sadece bir perdedir.İner gözümüzün üstüne ,kapatır gönlümüzü.Çok bilenin çok daha iyi anladığını sanmak hata olur.
''Bildiklerini unut,'' diyor Dost.''Gel al eline bir silgi ,şu yeni başlayan güne bilgilerini silmekle başla.Zihnimin tahtasında kargacık burgacık harfler,ne çok kelimeler var.Alıyorum kumaş silgiyi .Tahtayı siliyorum boydan boya.Bir temizlik ,bir hafiflik,bir ferahlık hali ki değmeyin gitsin.
''Zanlarını,yargılarını,ön yargılarını ve dahi tüm genellemelerini koy bir çuvala ve hepten terk et.Gıybet etme sakın.Bil ki dedikodu denilen şey mıknatıs gibi kötü enerji çeker.Kimsenin aleyhine konuşma,uzaktan atıp tutma ,insanları kem dille yargılama,bil ki yanılırsın.Birini ne kadar çok aşağılar yahut dışlarsan ,onun durumuna düşme ihtimalin o kadar artar.Kainatın matematiğidir.Bir koyar bir alır insan .Bilmeden kendi hesabını dürer.
Dinliyorum sessizce.''Hiçbir konuda yüzde yüz emin olma,''diyor Dost.''Kendini ayrıcalıklı sayma.Konumuna ya da mevkine,ismine veya şöhretine güvenme.Şu hayatta tüm zahiri kisveler sabun köpüğünden ibarettir.Nazlı nazlı yükselir köpük,derken pat diye sönüverir.Her zaman başkalarından öğrenmeye açık ol.En iyi bildiğin konularda bile köşeli düşünme,büyük konuşma.
Cümlelerinin sonuna nokta değil,ünlem değil,virgül yahut üç nokta koy.Açık bir kapı bırak daima.Ne kadar bilsen de hiç bir zaman yeterince bilemeyeceğini unutma.Tevazudan şaşma.Ancak o zaman kurtulabilirsin bilginin cehaletinden.''Bu yüzden Tebrizli Şems nam bir güzel insanın tutup da Hz Mevlana nın tüm kitaplarını tek tek suya atması .Bu yüzden kendinden ''Ümmi '' diye bahsetmesi Yunus Emre nin.Bu yüzden tasavvuf tarihi boyunca pek çok hakikat ehlinin ''Cahilim,bilgisizim,ben bilemem ''demesi.Yoksa hakikaten okur yazar olmadıklarından değil.Dünde zordu ama içinde yaşadığımız 'enformasyon çağı'nda artık daha da zor ''Bilmiyorum''kelimesini telaffuz edebilmek.Halbuki bir söyleyebilsek şunu hafifleyeceğiz.Berraklaşacağız.Duru ve yalın.Bir kelimenin idrakı değiştirecek bakışımızı duruşumuzu .Güzel şey ''Bilmiyorum,bilmiyorum,bilmiyorum....''diyebilmek.
Elif Şafak
(8 kasım 2009 Pazar Haber türk gazetesi)

15 Kasım 2009 Pazar

Pazar Keyfi





Bugün hava soğuk olmasına rağmen biz kendimizi dışarıya attık.Serin bile olsa açık havada mangal keyfi bir başka oluyor.Soframızın yanında bize eşlik eden bir konuğumuz vardı onun resminide çekmeyi ihmal etmedim tabii.:)Gittiğimiz yerde beni çok güzel bir sürpriz karşıladı.Ağaçların üzerine yılbaşı süsü gibi dolmuş ,kırmızı kırmızı kocayemiş(Arbutus Unedo) meyveleri inanılmaz görüntü oluşturmuşlardı.Zaman zaman internette rastladığım bu şifalı meyveleri toplamak nasıl hoşuma gitti anlatamam.Faydaları da çok olan bu çilek benzeri güzelliklere öyle kaptırmışız ki kendimizi bu çektiğim resimden fazlasını topladık.Çok fazla yendiğinde sarhoşluk etkisi yarattığını bildiğimden midir yoksa açık havanın çarpmasından mıdır eve döndüğümüzde dinlenme ihtiyacı duydum.Şu aralar tam mevsimi olan bu harika güzelliği ellerinizle dokunup tatmak istiyorsanız Polonezköy e bir uğrayın derim.Haa unutmadan İnegöl tarafında bu meyveye ''Mamikile'' diyorlarmış:)

Bir annenin oğluna mektubu



Sana bir özür borcum var.Yaptıklarım için teşekkür etmeni beklemeyeceğim .Çünkü sen yaptıkların ve yapacaklarınla bana teşekkürünü fazlasıyla vereceksin. Ama senden yapamadıklarım için özür dileyeceğim.Yaptığımı zannedip ,ruhuna yapıştırdığım hatalarım içinde anlayış bekleyeceğim.Mükemmel anne olmayı çabalamanın ne kadar boş bir balon olduğunu,şu an gurur duyduğum ,yetişkin bir delikanlı annesi olarak anlıyorum.Her mükemmel anlayışıma doğru yolculuğa çıktığımda,sevgiyle kucağımda koruyorum ,kolluyorum zannederken:Dikenlerin,çalıların arasında kaldığını, canının acımasına engel olamadığımı anlamak yıllarımı aldı.Şimdi dertleşebildiğim,aklı başında bir genç olarak hayranlıkla yaşamın kollarına bıraktığım sen biliyorum ki; Bana olan eşsiz sevginle , benim çabamı haklı çıkaracak nedenlerle karşıma geleceksin.Bunu bir akşam seninle sohbet ederken ,önümüzde duran sehpayı göstererek , sana olan emeğim için ,sarfettiğin:Şu tahtaya o uğraşı versen pinokyo olurdu ! deyivermenle anladım.Anladım ve o kadar duygulandım ki ,yıllar yılı yaptığım hatalara rağmen iyi niyetle doğru anne olabilme çabamı sonuna kadar hazmedebilmiş bir delikanlı yetiştirmenin hazzını da yaşadım.Tüm yanlışlarımın arasına ilmek ilmek dokuduğum sevgiyi ayrıştırarak bana fazlasıyla geri veriyor olduğun için sana teşekkür ediyorum. İşte bu yüzden de senden özür dilemek bana zor gelmiyor. Biliyorum ki sen benim özür dilediğim ve fark ettiğim yanlışlarımı yok sayma balonlarının içinde gökyüzüne bırakıyor ,sevgi yağmurları olarak üzerime yağdırıyorsun.Islandıkça öyle keyif alıyorum ki sen büyürken ,her bir yaşın ,her bir anın hatası için özür dilemek istiyorum.Af diliyorum diye üzülme ! Kendinle gurur duy.Bir anneyi bebeklikten yetişkinliğe doğru giden yolculuğunda ,anne olmanın hazzını yaşattığın için .Geleceğine ,doğru ve aklı başında bir yön çizdiğini ispatladığın için .Ve beni geçerken ,ardında; Sevginden ,saygından mahrum etmeden şimdi sen kucağında taşıdığın için kendinle gurur duy güzel oğlum .Seni seviyorum .

Özgür düşünce



Düşünce özgürlüğü öyle çok kullanılır oldu ki içeriği ve özü anlamını yitirecek kadar kanıksandı , içi boşaldı sanki.Böylelikle hayal kurma zenginliği de elinden alınan bir toplum olarak her birimiz birbirimizin aynı hareket eden ve düşünen insanlar haline dönüşmeye başladık.Hatta hatta çoğu zaman ,bir çok yerde okuduğumuz aynı tarz giyinen ,aynı çantayı kullanan,aynı model ayakkabıyı giyen,aynı şekilde saçlarını tarayan kişilerin oluşturduğu moda anlayışımız bile oluştu.Hayallerimiz ;Bizim yeni oluşumlarımız değil ,başkalarına benzeyebilmek adına elde edebileceğimiz nesnelere nasıl kavuşabileceğimizi düşündüğümüz maddi kaynaklar bulma çabası oldu .Bazen Anadolu yakasının varlıklı kesiminin yaşadığı Bağdat caddesine çıktığımda her bakımlı kadının koluna iliştirdiği marka çantanın sanki çok cüzi bir fiata elde edilmiş veya bir hayır kurumundan dağıtılmışçasına göze çarpması birbirine benzeme yolunda ne kadar yol kat ettiğimizin göstergesi gibi.Bunu bir çantayla sınırlamak imkansız .Yaşlı genç yine her hatunun ayağında görmemeniz imkansız ugg denilen o biçimsiz çizmelerin çokluğu da buna bir örnek olabilir.Fiyatları ne kadar yüksek olursa olsun eğer bir akım varsa o fiyatın ulaşılabilirliğinin hiçbir önemi kalmıyor.Dar kesimli ailelerin çocukları bile anne babalara neden ugg çizmelerinden almadığı konusunda hesap sorar hale geliyor.Özgün kaç kişi görebiliyoruz ? Hiç unutmam lise yıllarımda Fatinur adlı kız arkadaşım ( Kim bilir nerelerdeyse? Bu yazıma rastlama ihtimali olabilir mi bilmem) kendince oluşturduğu değişik giyim tarzıyla dikkatimi çeken ve hafızamda kalan biriydi.İtiraf ediyorum o zamanlar ki sıradanlık ve kuralcı düşünce anlayışımla oldukça rüküş bulurdum.Haksızlık ediyor muşum! Siyah okul jilesinin altına çok renkli alaca bulaca uzun çorapları görüp eleştiride bulunanlara ,kendisinin beğendiğini ve farklı olmayı sevdiğini izah etmeye çalışırdı.Hiç olmazsa şu günkü duruma göre oldukça cesur ve gerçekten kendine özgü düşünce yapısıyla ,farklı olmanın rahatsızlığını göze alacak kadar cesurdu.Giydiklerimizle bitse iyi bu sürü psikolojisi.Yediklerimizde olmuyor mu! Bir ara neden çokça suşi mevzusu olduğunu sanıyorsunuz.Eğer bizim hayranlık duyduğumuz birileri suşi güzel ve entelektüel bir anlayışın beğenisini kazanan beslenme şekli diyorsa, mideniz elvermese de nezih bir mekanda suşi yemeyi marifet sayarsınız.Ballandıra ballandıra da anlatır, tatmayana büyük bir kayıp duygusu verirsiniz.Hadi yemek ve giyim konusunda anladık ama bu kadar da olmaz dedirtecek kadar cerrahi müdahale ile birbirine benzeme çabasına ne demeli?Yüzleri aynı tornadan çıkmış saçları aynı renge boyanmış kadınları kim böyle güzel göründüğüne inandırabilir ki? Düşüncelerimiz aynı tornadan çıkmışçasına aynılaşırsa görüntümüzün farklı kalması imkansız.Çocuklarımızı yetiştirirken o aynısallığın içine taşımaya çalışarak yaptığımız eleştirilerin her biri ,hayal gücünün sınırlarını budayan bir keski gibi.Bu videoyu izlediğimde , Atatürk’ün :Fikri hür vicdanı hür ve irfanı hür nesiller yetiştirmemizi önermede ki haklılığını bir kez daha anlıyorum.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Sınav sorusu

Sevdiğim bir arkadaşımın paylaştığı bu videoyu çok beğendim ve eklemek istedim.Önce bu kurumdan haberdar olmamı sağladığı için sevgili Reyhan' a teşekkür ediyorum.Ankara da çalışmalarını sürdüren bir kuruluşun yayınladığı videolardan biri olan bu kaydı izlediğimde ,ezbere bilgiden daha önemli olanın hayatı algılamadaki yeteneklerimizin geliştirilmesi olması gerektiğini tüm eğitimcilerin ilke edinmesi gerekli.

8 Kasım 2009 Pazar

Kırmızı tutkum



Bugün öylesine uğradığım bir mağazadan , yine kırmızı tutkuma bedel ödeyerek ayrıldım.Nereden geldiği bilinmez bir sevdam var kırmızıya karşı.Hatta sırf kırmızı bir gece elbisesi giyebileyim ve içinde salınayım diye ,ablam bir an önce evlensin bana fırsat doğsun isterdim ,Ne sinirlenirdi bana ama ! Haksız da değildi hani.En sonunda emelime ulaşmıştım o başka.Evlendiğinde annemin dikmiş olduğu ,kırmızı uzun ve rüküş elbisemin içinde kendimi prensesler gibi hissedecek kadar keyifliydim.En önemlisi rengi kırmızıydı işte.Lise çağlarımda okula giderken ablamın kırmızı ceketini kaçak giyip gitmelerim ayrı bir macera.Bu kadar meraklısına verilecek en büyük ceza olduğunu düşünemeseler gerek ki,eve döndüğümde bir ton laf yerdim ,giydiğim için.Olsun değerdi.Gün boyunca ,siyah okul jilesinin üstüne giydiğim o kırmızı ceket üzerimdeyken yine özel birine dönüşmüşlük duygusuyla günü bitiriyordum ya! Anlayacağınız geçmişimden süregelen bu tutkum sürüyor tam gaz.Yaşı başı alsak bile değişmeyecek anlaşılan .Hem kızarım ben yaşa bağlı renk seçimlerine.Ne yani canım ;Pembe ergenlik rengiyim, mavi gençliğe adım attım,siyah ben oturaklı yaşların üzerinde iyi dururum diyerek iletişim mi kuruyor bizimle.Kim dile getirdiyse bu renklerin anlamlarını itiraz ediyorum ve inadına renklerle barışık yaşıyorum.Morunu ,kırmızısını,yeşilini ,turuncusunu seviyorum .Sanki ruhumu canlandırıyorlar .Özellikle kış geldiğinde üzerimde rengarenk kabanlar görmek istiyorum ,kapkara olmaya özendiren vitrinlere inat hem de! Yanlış anlaşılmasın siyahın asaletine diyecek sözüm yok ,giyerim siyahı ama diğer renklerin haklarını yememeye özen göstererek.Neyse konuyu dağıtmayayım dönelim yine bugüne kadar taşıdığım kırmızı zevkimin son macerasına.Bu bahsettiğim ceketi alırken ,benimle ilgilenen , çıtı pıtı ve yemyeşil güzel gözleriyle buğulu buğulu bakan genç bir kızdı.Yanımda arkadaşımda dahil kırmızıyı giyemedikleriyle ilgili bir sohbetin içine dalmış üzereydik ki ,benden daha da çok yakışacağına yüzde yüz emin olmanın güveniyle üzerine bir de onun giymesini rica ettim.E yanılmadığım aşikardı ki güzel kız aynada kendisini görünce haklılık payemi vererek ,bir tanede kendisine satın aldığını söylediğinde ,müşterinin satıcıya satışını gerçekleştirmiş biri olarak ,beklide nadir görülesi bir olaya imza atmış ve yeni bir kırmızı kıyafete kavuşmuş olmanın keyfiyle çıkmadan ,bu kırmızı ceketi özellikle yeni yıla girerken giymesini önerdim.Ayrıca, beni hatırlamasının sözünü de aldım.:) Hiç kırmızı giyemediğini söyleyen birisine kırmızı bir başlangıç hediye ettim daha ne olsun.Yaşasın kırmızı !

72.Koğuş ve Orhan Kemal


Bu akşam seyircisiyle buluşmasının ilk gününde ,Orhan Kemal in aynı adlı eserinden uyarlanmış 72.Koğuş oyununu izlemek için Atacan Sanat Merkezi'ndeydim.Daha önce başka sanatçılar tarafından sahnelenmiş olduğunu bilsem bile ilk kez izlediğim için kıyaslama yapamayacağım ama çok başarılı ve etkileyici buldum.Kemal Başar'ın yönettiği oyunun kadrosunda Yavuz Bingöl,Azra Akın,Nihat Nikerel,Can Kahraman,Serhat Özcan,Yusuf Atala,Fuat Onan,Tuncer Yenice,Ömer Duran,Yıldırım Gücük,Ayhan Anıl,İlknur Soydaş ve Kerem Alışık vardı.20 kişilik kadrosuyla 7 kasımdan ,20 Aralığa kadar farklı salonlarda sergilenecek oyunu İstanbul' da yaşayan tiyatroseverler kaçırmamalı.Gerçekten bir emek ve çalışmanın ürünü olduğu belli oyun içinde,zaman zaman Yavuz Bingöl ün yumuşak ve etkileyici sesiyle yorumladığı şarkıları da çok çok güzeldi.Bu oyunla Kerem Alışık hakkında edindiğim önyargımı da değiştirdim ve çok başarılı buldum.Demek ki sahnede izlemeden ,özel hayatıyla ilgili haberlere bakarak, ne yaptığını görmeden bir sanatcı hakkında hüküm vermemek lazımmış.Oyunun ağırlığını taşıyanlardan biri olan Kerem Alışık,cezaevinin kumar düşkünü düzenbazı rolünü iyi giyinmiş.İzlerken gerçek kişiliğiyle sahnede olduğu kanısını çok güçlü hissettirdiğine göre iyi bir oyuncu bence.Oyun süresince,saf ve temiz sevgiden tutun da ,hilekarlık,çıkarcılık,mertlik,yoksunluk vs.. gibi hayatın içinden bir çok duyguyu ifade eden sıfatları yakıştırabileceğimiz insan türlerini bu kadar başarılı şekilde bir araya toplayan Orhan Kemal in yazarlığının ustalığına şapka çıkarmamak mümkün değil.Bir eseri tiyatroda aynı keyifle olabilecek kadar sahneye koyan oyunculara da tabii ki!Sanat,özellikle tiyatro yaşantımıza ve toplumumuza ayna tutan ruhsal bir besin kaynağı.Ne yazık ki biz bu besin kaynağımıza yeterince sahip çıkmıyor kolllamıyoruz.Ona rağmen, buna gönül veren bu işe adanmış sanatçılarımız var olduklarını kanıtlama mücadelesinden vazgeçmeden imkanları zorlayarak da olsa sürdürüyorlar bu işi bu yönüyle düşününce hakikaten zor bir işi başarıyorlar.Oyun çıkışında,bu oyunun,Anadolu yakasının gözbebeği salonlarından,Maltepe Yayla Sanat Merkezi nin kapalı olmasından dolayı,burada oynandığını duyduğumda üzüldüm.Umarım geçici süreliğine bir kapanıştır. Oyunun kısaca öyküsünü Erdoğan Tokatlı uyarlamasının tanıtımında geçen bir internet sayfasından alıntılıyorum. ''72. Koğuş' un mahkumlarından Ahmet Kaptan, bileğine güçlü, mert bir adamdır. Mertliğinin yanı sıra saf bir dünyası olan Rizeli genç, bir gün hapishane müdürünün odasına çağrılır. Çok sevdiği anası, Ahmet Kaptan' a 150 Lira göndermiştir. O dönemin koşulları içinde, yani 1940' lı yıllarda bu, hatırı sayılır bir paradır. Ahmet Kaptan, paranın bir kısmıyla koğuşta kendine ranza ve döşek alır. Gariban mahkum arkadaşlarına da yardım eder. Koğuşa soba kurdurur, karınlarını doyurur. Ancak, mahkumlardan cezaevinin uyanık meydancısı Bobi, Ahmet Kaptan' ın paralarına gözünü dikmiştir. Kumar oynamasına ikna eder. Bu arada da Ahmet Kaptan' ın kadınlar koğuşundaki Fatma' ya tutkunluğunu bildiğinden yeni bir oyun kurar. Rizeli' nin çamaşırlarını Fatma' ya yıkatır. Kızın ona sevgisinden söz eder durur. Fatma' nın ağzından yazdığı uyduruk ve sahte mektuplarla yüreğindeki sevdayı iyice tutuşturur. Böylece de saf Rizeli' nin paralarını yavaş yavaş çekmeye başlar. Bir yandan 2. Dünya Savaşı tüm şiddetiyle sürüp giderken öte yandan ortalığı korkunç bir kış bastırır. Kaptanın kumarda şansı döner, tüm elindeki avucundakileri yitirir. Yatağını, ranzasını, giysilerini, herşeyini kumarda Bobi' ye kaptırmıştır. Genç adam bu aptalca şanssızlığı yüzünden garibanların acıma dolu bakışları altında ezilmektedir. Hele tutkunu olduğu Fatma' nın bir başka cezaevine nakledildiğini öğrenince tam çılgına döner. Ahmet Kaptan, bir kavga sırasında camları kırılan o pencerenin önünden bir türlü ayrılamaz olur. Odun alacak parası da kalmamıştır ve kırık camlı o pencerenin önünde, Fatma' yı düşlerken bir sabaha karşı donarak ölür.'' Alıntı

24 Ekim 2009 Cumartesi

Ruhunuzun derinliklerine yolculuk



Başka bir kitap okurken, akşam üstü alışverişe çıktığımda bir kitap beni kendisine çekti ve satın aldım.Zaman zaman bir kitabı bitirmeden bu merakla yeni aldığım kitaba öncelik veriyor,okuyor ve yarım kalan kitabıma dönüyorum.Bu da öyle oldu.Richard Bach ile tanışıklığım yıllar öncesi yine bir tesadüfle olmuştu.Ne kimseden övgü ne kulak aşinalığı olmadan ,nedendir bilmeden sahip olduğum MARTI adlı kitabın yıllar sonra çok konuşulan ve bir çok kimsede çok iz bırakan bir eser olduğuna tanıklık etmem şaşırtıcıydı.Bilinçli olmadan böyle güzel seçimler yapmamı doğru içgüdülerime mi bağlamalıyım bilmiyorum.Çok yaşadığım durumdur kitaplar konusunda çünkü.Neyse Martı dan yıllar sonra Richard Bach ile terennüm etmemiz

( yadırganmasın Terennüm kelimesinin sözlük anlamını biliyorum.Müzik ile ilgili bir tanımlama olduğunu da! Bunu özellikle kullandım çünkü böylesi kitaplarla geçirdiğim zamanı ben sevdiğim bir müziğin tınısını mırıldanmaya benzetiyorum. )

Hipnozcu yla oldu. Bu akşam aldığım kitabı bir solukta okumama sebep olan romanın ilginç bakış açısı.Okuduktan sonra internette okuduğum yorumların bazılarında her ne kadar çok acımasız eleştirilere denk gelsem bile benim görüşüm insanı düşünmeye sevkeden bir kitap olarak bile önem taşıması.Richard Bach yazarlığa başlamadan önce pilotluk yaptığı için neredeyse bütün kitap kurguları uçma üzerine kurulu.Bu romanın kahramanı da hayatını uçuş dersleri vererek kazanan bir pilot olan Jamie Forbes .Her şey havada pilotu ölmüş bir uçağı uçaktaki yolcu kadına indirmesine yardımcı olmakla başlıyor.Sonra yardım dediği şeyin hipnoz yani önerme olduğunu ,hayatımızı bu önermelerin yönettiği kanısına varıyor.

Kitaptan alıntı:
Kendi kendimi hipnotize ediyor olsaydım' diye düşündü.Etrafında hengi önermelerin,gerçekleştiğini görmek isterdim?
Haritaya düzgün harflerle yazmaya koyuldu:
Etrafımda olan her şey iyinin her türüne doğru gelişme gösterecek.
İnsanlar bana ,benim onlara olduğum kadar,nazik olacaklar .
Rastlantılar beni,öğreneceğim dersleri olan ve benden öğrenecekleri dersler olan insanlara yönlendirecek.
Karar vererek seçtiğim insan olabilmek için gereksindiğim hiç bir şeyden mahrum kalmayacağım.
Bu dünyayı kendimin yarattığını ,ne zaman istersem kendi kararlarımla değiştirebileceğimi,iyileştirebileceğimi unutmayacağım.
Zaman içinde dünyamın tıpkı planladığım şekilde değişmekte olduğunun onaylamalarını göreceğim ve düşlediğimden daha iyi değişimler bulacağım.
Her sorunun yanıtı gayet net ,hızlı ve beklenmedik yolla gelecek.
Kalemi haritadan çekip yazdıklarını okudu.Hiç de kötü bir başlangıç değildi.Kendi hipnozcusu olsa ,kendisinin o önermeleri yapmasını isterdi.(s.129)

22 Ekim 2009 Perşembe

Terkediş..



''Hadi baba,geç kalıyoruz !''dedi boş salonda yankılanan güçlü ses.Orta yerde bantlanmış kolilerin arasında ,güçlükle duran ayaklarına direnerek ;''Siz inin aşagıya ben geliyorum!''diyebildi.Gürültüyle kapanan kapı sesinin ardından yavaşça yola bakan pencereye doğru yürüdü.Yer yer boyası çıkmış,beyaz yağlıboya pencerenin ardında görünen sokağa baktı.
Mehmet usta ,dükkanı açmış çaycıya bağırıyordu yine.Yanındaki fırından gelen hamur kokusunu içine çekti.Okula giden çocuklar ,peynirli poğaça için fırının önünde bekleşiyorlardı.Beklemekte haklılar diye düşündü.Bu fırının poğaçasına benzemezdi diğerleri.Geçen arabalar,dar sokakta ilerlemek için yavaşlar ,acelesi olanlar basardı klaksona sinirle.Hep kızardı bir zamanlar ,bu sokakta oturanlara saygıları yok bunların diye.Ama bu sefer kötü gelmedi klakson sesleri de.
Sendeledi bir an.Pencerenin pervazına dayadı ellerini.Bir kaç sene öncesine kadar, sabah ezanının ardından ,ağır aksak da olsa çıkıyordu dışarı.Tanıdık,dost yüzlere rast gelir, sohbet eder ,dönerdi eve.Ama artık ne ışığını azaltmış gözleri ,ne de yorgun bacakları izin veriyordu buna.Hayata açılan penceresiyle avunurdu.O pencerenin ardında zamanın telaşına tanık olur ,uzun gelen gündüz ve gecelerine hislenirdi..Hanımı söylenirdi durmadan.
''Ne bulur bakarsın bu pencereden saatlerce?,Anlamıyorum!'' diye.Ses vermezdi.Yorgun olan;Sadece kendisini taşımayan bedeni değil, ruhuydu aynı zamanda.Anlatmak istese de, anlatamazdı bu pencerenin ona arkadaşlığını.Azar azar alabildiği ,veresiye uykularının üzerine kokusu sinmiş tanığıydı çekyatı bile.Kendisine hiç sormadan eskiciye vermişleri onu da!.Hiç uyuyamazdı artık ,hiç alışamazdı yenisine biliyordu.Bedenini doğrultmaya çalıştı yavaşça.Bu kez pencereye sırtı dönük, toplanmış eşyalara baktı.Her biri; Paketlediği hüzünleri ,kahkahaları ,bir ömrü tükettiği anıları saklamıştı sanki.Bir an önce bu içini acıtan manzaradan kurtulmak için, dış kapıya doğru yürüdü.Tam kapı kolunu tutmuştu ki! Sol tarafta duvara yapıştırılmış eski aynada gördü yüzünü.Kır saçlarına ,solgun yüzüne ,kırışıklıklar içinde kaybolmuş yeşil gözlerine baktı.Bu yüzü kim görse ,acı ve mutsuzluğun resmine tanık olurdu.Parlaklığı bozulmuş ,sırları dökülmüş aynaya uygun bir resimdi yüzü.Ne işe yararsın diyen bir iç çekişle omuzlarını silkti.Dışarı çıktı.Son kez sokağına baktı.Kasabına ,manavına ,bakkalına.
Hanımdan gizli ,kaçamak yaptığı dost kahvesine .Yeni bir yere alışamayacak kadar eskiydi.Çok uzaktan gelen denizin serinliğini yüzünde hissetti,kokusunu içinde.Yolun kenarında boy vermiş ,çınar ağacının gölgesine sokuldu.Can bulmak için ,titreyen sol elini, kendisi gibi yaşlı ağacın gövdesine yasladı.Rahmetli babasının,yıllar önce hafızasına miras bıraktığı ama hiç bu kadar anlamlı duyumsamadığı,cümleler geldi aklına.
Gitmeler zordur alışılandan
Bağlanırsın istemesen bile ;
Kenarından,kıyısından.
Sancılı olur bırakmak ,geçmişini ,yokluğa akıtmak.
Gitmeler yoldur;Yıkılandan,savrulandan.
Mesafesi nefes keser ,bitmek bilmez .
Ancak anlarsın;Acının son bulduğu anı,
Ömrü tamamlanandan.

SEVİL

20 Ekim 2009 Salı

Çiçeklerim



Papatyaları severim.Ne zaman dışarıya çıksam ,köşe başında duran çiçekçiyle hem sohbet eder hem çiçeklerimi alır dönerim evime.''Siftah etmedim bugün abla '' dedi bugün yine.Akşama kadar çiçek satabilmek ve evini geçindirmek için bekliyor biliyorum.Kimse evine çiçek almıyor artık pek.Özel bir günü kotarmak adına satın alınıyor çiçekler.Ne kadar ruh taşıyor bu anlamda bilmiyorum.Birilerinden gelen sevgi dolu sözlerle verilmiş çiçeğin değerini yadsımıyorum ama kendime hediye aldığım çiçeklerden de ben bir o kadar keyif alıyorum.Sevgiyle bakıyorum kahvemi yudumlarken ve bir arkadaş sohbetinde göz ucuyla bakarken çiçeklerime.Ruhu şenlendirmeye bir vesile diyorum ben evde ıslanan ,kokusunu salan çiçeklere.Papatyaların bile ayrı bir dağ esintiyle gelen bahar kokusu oluyor kendine özgü.Çiçekleri bu kadar sevdiğimden o çiçekleri kucaklayacak vazolarda ilgimi çekiyor tabii ki ! Bu epeyce önce Mudo mağazalarında gördüğümde düşünmeden satın aldığım bir vazoydu.Değişik tarzıyla evimi süslemeyi çok sevdiğim bu cam vazoya en uygun papatyalar ve karanfiller oluyor sanki.Sapları kısa ,çiçekleri suya yakın olduğu içinse daha uzun süre dayanıyorlar.

25 SÖZ

18 Ekim 2009 Pazar

Hadi bana denizi anlat.


Anadolu’nun ücra bir köyünde yaşayan bir baba-oğul varmış. Baba tarlaya çalışmaya gittiğinde, oğlu da onunla gidermiş. Baba çalışırken, oğul geniş dallara sahip bir ağacın gölgesinde tek başına oyun oynar, babasını izler, ona su, ayran filan götürürmüş. Güneşin incecik ışıklarıyla dallarının arasından indiği ağacın serin gölgesinde birlikte yemeklerini yerlermiş.
Baba oğluna bir gün denizi anlatmış. En yakın deniz yaşadıkları köye çok uzakmış. Askerlik yaparken görmüş babası. Oğluna güzelleyerek anlatmış denizi. Çocuk kocaman açtığı gözleriyle dinliyormuş babasını.
Aradan günler geçmiş. Çocuk hep babasıyla gidiyormuş tarlaya. Ne zaman babası yemek için ağacın dibine gelse, çocuk “baba, denizi anlatsana” diyormuş. Babası da her defasında, ilk seferki gibi heyecanla anlatıyormuş. Çocuk, her seferinde, yeni duyuyormuşcasına dikkatle bakıyor ve dinliyormuş denizin güzelliklerini. Babası denizi o kadar güzel anlatıyor, o kadar iyi süslüyormuş ki, çocuk için bir efsane, mucizevi bir doğa harikası halini almış deniz.
Seneler böyle geçmiş. Baba yaşlanmış, oğul büyümüş. Bir gün, elinde iki otobüs biletiyle gelmiş babasının yanına. Hadi baba demiş, gidiyoruz. Nereye oğlum? Denizi görmeye.
Baba-oğul binmişler otobüse, düşmüşler yola. Bir gün sonra varmışlar denizin olduğu yere. Otobüsten inene kadar deniz görünmemiş. Sormuşlar yolu, varıp gitmişler en yakın sahile.
Karşılarında duruyor işte o deniz. Tüm uçsuz bucaksızlığıyla ve heybetiyle… Babası mutlulukla izliyormuş denizi. Hiç konuşmadan bakmışlar denize. Dakikalar saatleri kovalamış.
Güneş battı batacak. Baba dönmüş oğluna. İfadesiz bir yüz. Sanki boşluğa bakan, hiç bir şey görmeyen bir çift göz. Oğlu derin bir şaşkınlık ve hayal kırıklığının orta yerindeyken dönmüş babasına ve şöyle demiş: Baba… Baba, hadi bana denizi anlat.

Charles Aznavour ve Yirmili Yaşları anlatan şarkısı


Fransa’ nın Frank Sinatra’sı Charles Aznavour un aşk şarkılarını çoğunuz bilirsiniz.Dinlerken sözlerini anlamasanız da duyguyu verir insana.Charles Aznavour un en sevilen şarkısı kuşkusuz
‘’ La Boheme ‘’.Daha dün yirmi yaşındaydım diye başlar.Jen –Marc Vallee in 2005 yapımı C.R.A.Z.Y adlı filminde,babası Zac’a yirminci yaş gününde ,pikaptaki Aznavour un sesiyle eşlik ederek bu şarkıyı söyler ve bu şarkı senin için yazılmış der.Bu şarkı yirmili yaşların özlemiyle ,o zamanların değeri bilinmez gençliğini anlatır.(Tesadüf mü bilmiyorum bu şarkının süresi de tam olarak 2 dakika 20 saniyedir.)Yirmili yaşlar çoktan geride kaldığında mutsuzluklar bile ,tuhaf bir keyifle hatırlanan toyluklar olarak kalır.Hep yarım kalmışlıklarla doludur.İşte bu şarkının Fransızca sı ve bulduğum Türkçe tercümesi:
je vous parle d'un temps
que les moins de vingt ans
ne peuvent pas connaître
montmartre en ce temps-là
accrochait ses lilas
jusque sous nos fenêtres
et si l'humble garni
qui nous servait de nid
ne payait pas de mine
c'est là qu'on s'est connu
moi qui criait famine
et toi qui posais nue

la bohème, la bohème
ça voulait dire on est heureux
la bohème, la bohème
nous ne mangions qu'un jour sur deux

dans les cafés voisins
nous étions quelques-uns
qui attendions la gloire
et bien que miséreux
avec le ventre creux
nous ne cessions d'y croire
et quand quelque bistro
contre un bon repas chaud
nous prenait une toile
nous récitions des vers
groupés autour du poêle
en oubliant l'hiver

la bohème, la bohème
ça voulait dire tu es jolie
la bohème, la bohème
et nous avions tous du génie

souvent il m'arrivait
devant mon chevalet
de passer des nuits blanches
retouchant le dessin
de la ligne d'un sein
du galbe d'une hanche
et ce n'est qu'au matin
qu'on s'assayait enfin
devant un café-crème
epuisés mais ravis
fallait-il que l'on s'aime
et qu'on aime la vie

la bohème, la bohème
ça voulait dire on a vingt ans
la bohème, la bohème
et nous vivions de l'air du temps

quand au hasard des jours
je m'en vais faire un tour
a mon ancienne adresse
je ne reconnais plus
ni les murs, ni les rues
qui ont vu ma jeunesse
en haut d'un escalier
je cherche l'atelier
dont plus rien ne subsiste
dans son nouveau décor
montmartre semble triste
et les lilas sont morts

la bohème, la bohème
on était jeunes, on était fous
la bohème, la bohème
ça ne veut plus rien dire du tout
yirmi yaşın altındakilerin bilemeyeceği
zamanlardan söz ediyorum size.
o vakitler montmartre; leylaklarını,
pencerelerimizin altına kadar asardı.
bize yuva olan fakirhanemiz
beş para etmese de
tanıştığımız yerdi orası.
ben açlıktan bağırırken,
sen çıplak poz veriyordun.

bohem, bohem
mutluyuz demekti

bohem, bohem
ancak iki günde bir yemekti.

komşu kafelerde,
şöhreti bekleyen birkaç kişiydik
kazınan bir mide ve sefaletimize rağmen
inancımızı yitirmiyorduk.

ve bazı bistrolarda
sıcak yemek karşılığında
bir tuval alıyor,
sobanın etrafında toplanıp
dizeler döktürüyorduk.

bohem, bohem.
"güzelsin" demekti
bohem bohem.
deha hepimizdeydi.

çok zaman şövalemin önünde
bir göğüs çizgisinin
bir kalça kıvrımının
desenlerini düzelterek
beyaz geceler geçirirdim.
ancak sabah olunca,
birer kafe-krem alıp otururduk:
tükenmiş ama hoşnut,
birbirimizi sevmeli,
yaşamı sevmeliydik:
bohem, bohem
yaş yirmi demekti
bohem bohem
hepimiz o zamanın havasına girmiştik.

günlerden bir gün tesadüfen;
eski adresime yolum düştü.
gençliğimi görmüş duvarları, yolları
hiçbirini çıkaramadım.

bir merdiven üstünden,
artık eser kalmamış atelyeyi aradım.
yeni dekoruyla üzgün gibi geldi montmartre
ve leylaklar ölmüş.

bohem, bohem
gençtik, çılgındık.
bohem, bohem
hiçbir şey ifade etmiyor artık.

Tuzla ve Şelale Cafe




Doğa cennetindeydik

Kahvaltı Keyfi Tuzla' da

Haftanın son gününün sabahı çıktık evden kahvaltımızı Tuzla nın sevimli ve doğayla iç içe mekanlarından Şelale Garden Cafe de yaptık.İstanbul karmaşasından uzak,trafik gürültü olmadan hafif çiseleyen yağmur eşliğinde çaylarımızı yudumlarken oğlum kazları simitle beslemenin keyfine vardı.Onları izlemek gerçekten harikaydı.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Sergiden Bir enstantene


Caddebostan Kültür Merkezi nin merdivenlerinin sonuna geldiğimizde yaratıcı bir fikrin oluşturduğunun belli olduğu kırmızı halıya basarak girdik içeriye.Buna kırmızı halı denirse tabii.! Kırmızı halıda yürüyerek sergiye yol alıyorsunuz ancak sanatın içine yol alırken , ,duvara asılı beyaz gömleğin yakasından boylu boyunca sarkan kravat oluyor ayaklarınızın altına serilen kırmızı halı .Ne kadar hoş değil mi?Kim düşündüyse harika bir fikir.:)Bunun tasarımcısı ne düşündü bilemem ben bir fikir üretmeden geçemeyeceğim.
Kırmızı halı ;Önemli kişilerin onurlandırılması adına bir jest yerine geçmiştir nedense .Sanatın içine kırmızı halı girdiğinde bu ancak medeniyetin simgesi bir kravattan oluşabilir dendi heralde.

Göçzede Çocuklar






İstanbul da olamayanlar,gelemese bile bu güzel projelerinden birine, en azından benim acemi fotoğraflarımla; Gözlerinde canlandırarak küçük bir gezinti yapabilsinler diyerek daha fazlasını ekledim.

16 Ekim 2009 Cuma

Göçzede Çocuklar







Bunlar benim sergiden çektiğim resimlerden bazıları.Güzel bir proje için sanata verilen önemi de vurgulayan bu sergi gerçekten önemli.Sanatın ve sanatcının duyarlılığıyla umarım amacına ulaşır.
Göç mağduru çocukların daha iyi eğitim görmesi için Mimder'in İstanbul’da (Caddebostan Kültür Merkezi' nde ) açtığı sergi ile Silvan 100. yıl İlköğretimin okuluna ek iki derslik yapılacak.
Türkiye'nin kanayan yarası olan GÖÇ sorunuyla karşılaşan MimDer yeni bir proje başlattı. Rapora göre Kadıköy'ün en çok göç aldığı illerden biri olan Diyarbakır ili Silvan ilçesi pilot bölge seçildi. MimDer, Türkiye'nin kanayan yarası göçe çare olmak ve örneklik sergilemek için bu ilçede başlatılan GÖÇSEK(Göçe Sebep Kalmasın) projesinin alt projesi olan “Eğitime Destek Verelim” kapsamında yapılmakta olan okul yapımı için, Türkiye'nin önde gelen sanatçılarını MİZ Doğal Ürünleri'nin işbirlikçi katkılarıyla aynı sergide buluşturdu.



Devrim ERBİL, Mehmet GÜRELİ, Ekin ONAT, Tufan KARTAL, Selçuk FERGÖKÇE, Mehmet ÖZBİLİR, Seydi Murat KOÇ, Buket GÜRELİ gibi 100'ü aşkın sanatçının yer aldığı karma sergi Tamer Karadağlı ve Arzu Balkan tarafından açıldı. Türkiye'nin sanat hayatına yön veren ünlü isimler, eserleriyle bu kez yüzlerce çocuğun eğitim hayatına katkıda bulunacak.



“100 Sanatçı 100 Eser” adlı sergide, resim, heykel, fotoğraf ve enstelasyon sanatçılarının bağışladığı eserler satışa sunuluyor.



Kısa adı GÖÇSEK olan “Göçe Sebep Kalmasın Projesi” kapsamında düzenlenen sergide, satışa sunulan eserlerden elde edilecek gelir ile Diyarbakır ili Silvan ilçesinde 100.Yıl İlköğretim Okulu'nda yaptırılmakta olan iki ek derslik ve anasınıfından oluşan ek bina yapımına katkıda bulunulacak.

( Haber Diyarbakır)

CKM de açılan 100sanatcı 100 eser adlı sergi 17 ekime kadar açıkmış İstanbul daysanız kaçırmayın .

Edebiyat Şöleni Tadında Tiyatro

W.Shakespeare’den uyarlayarak Kemal Kocatürk yönettiği ‘’ Aşk sözleri’’ adlı oyunu izlemek gerçekten çok büyük keyifti. Deniz Çakır, Mihrace Yekenkülüğ, Eren Balkan, Ali İl, Erkan Pekbay ve Kemal Kocatürk ün oyunculukları inkar edilmeyecek kadar başarılıydı.Hatta hatta bundan önce izlediğim ,bazı benim diyen tiyatro oyuncularının vasatın altında oyunlarını ,şahsi kanaatimce sırf isimlerine sığınarak dolu salonlara izletmelerine şahit olan biri olarak böylesi içi dolu ,başarılı bir oyunu seyircinin baş tacı etmesi ve görmezden gelmemesi kanaatindeyim.Oyun süresince ,her bir cümlenin altı çizilesi ve düşünülesi olduğu kabul edilirse bir cümleyi özümsemeye fırsat bulamadan diğer cümleler akıp gidiyor ,böylece oyuna öyle bir kaptırıyorsunuz ki kendinizi oyun sonunda müthiş bir film izlemiş veya bir kitap okumuş gibi hissederek ayrılıyorsunuz.Kemal Kocatürk oyun süresince öyle farklı kimliklerde karşımıza çıkıyor ve her bir kimliğin resmini oyunculuk olarak bizlere öyle güzel çiziyor ki, tek kişide saklanmış bir bir ortaya çıkan değişik karakterler görüyorsunuz .Aslına bakarsanız,oyun boyunca ,Deniz Çakır (yaprak dökümü nün ferhunde si)Mihrace Yekenkülüğ,Eren Balkan ,Ali İl,Erkan Pekbayda da bu aynı özellik kendini gösteriyor. İnternette oyunun tanıtımı şu şekilde:

“Aşk sözleri”, binlerce yıldır insanoğlunun tartıştığı ve bir sonuca varamadığı “aşk” kavramını Shakespeare’in izinde yeniden tartışmaya açtı. “Aşk” kavramını, Shakespeare’in en tanınmış eserlerinden “Romeo-Juliet, Hırçın Kız, Othello, III.Richard, Kısasa kısas, Macbeth, Hamlet ve Bahar Noktası” üzerinden bir kez daha irdelemeyi seçerken şiirin, felsefenin, edebiyatın da yardımıyla “aşk”ı görünür kılmayı hedefledi. “Aşk” kavramının tartışmasında tarafsız kalınamayacağını, sizleri de bu tartışmanın içine çekerek ve de kıyasıya yapılan bu tartışmanın hakemi ve taraftarı olmanızı sağlayarak bunu yapacağından emin olunuz. Oyun bittikten sonra bile oyunu bitiremediğinizi göreceksiniz. Çünkü hiç değilse hayatınızda siz de bir kez olsun aşık oldunuz ya da olmayı denediniz veya olamadınız. Ama bu oyunla mutlaka taraf olacaksınız. Size bir küçük tavsiye: yanınızda mendil getirmeyi unutmayın. Trajedi sizi ağlatamadıysa oyunun komedisi bunu mutlaka başaracaktır.(Alıntı) ‘’

Bu açıklama az çok size oyunun başlığı hakkında bilgi verebilir ama izlemeden bu büyüyü hissedebileceğinizi sanmıyorum.) Bu güzel akşamı yaşayabilmeme sebep olan güzel Aslıhan’ cığımın sahnede ,gösteri süresince çellosuyla oyunu daha da renklendirdiğini söylemeden geçmek büyük bir eksiklik olur.Sanatın bu yönünün lezzetini de, sevdiğim bir arkadaşımın kızından yaşayabilmenin zevkini gelin siz düşünün. Bu kadarla da bitmiyor.Yıllardır sahnelerde ve televizyonlarda izleme olanağı bulduğum büyük tiyatro duayeni saydığım Göksel Kortay ile tanışabilme ve ayak üstü sohbet edebilme olanağı bulmanın şansına erişmek gecenin güzelliğine güzellik katan nedenlerden.Hele birde oyun içinde yer alan Can Yücel in şiiri,Kemal Kocatürk ün yorumuyla hala kulaklarımda:
gönlün ne kadar şık sen ondan haber ver?..
şöyle atıp koyu grileri-siyahları sabahtan,
sarı bir kaşkol atabiliyor musun boynuna,
ondan haber ver?
koyma bir kenara yüreğini,
aç kapılarını, gelene geçene yol verme girsin diye içeri
ama gömme başını toprağa bir çift güzel göz uğruna.
Bilirim yine yeşerecek bir çiçek bulursun bir dalda,
ama aklını kaybedecek bir aşk varsa avuçlarında, bırak aksın yollarına.
yağ geç, yık geç, kimse inanmazsa inanmasın.
sen inan yüreğine, hem ona geçmezse kime geçer sözün?.. büyü büyü...
bak ellerin ayakların kocaman. aklın da maaşallah yerinde,
e ne diye tutarsın yüreğini uçmasın diye.
akıllı ol, yüreğin gelir peşinden,
boşver yaşı başı, aşk var mı aşk,
sen ondan haber ver?
takılmışsın yüzündeki gözündeki çizgilere.
o çizgilerin yüreğine neler kazıdığını düşün,
atmak mı istiyorsun kendini bir dereye soğuk bir kış günü, öl gitsin...
parayı pulu savurup, bir balıkçı köyünde balık tutmak mıdır isteğin,
savrul gitsin...
Boş ver be yaşı başı, kim tutar seni kim, kendi yüreğinden başka kim?.
Aklını al da öyle git, ister bir duvara,
ister bir od aya, ister kıra bayıra vur da git.
Dert etme ellerini, onlar da gelir seninle bırakmadıkça birine.
O biri de gelir gerçekten istediğin oysa,
seveceksen ve öleceksen uğruna...
yaşa be, yaşa da öyle git, gireceksen toprağa...
yaş 70'e gelse bile, hayat daha bitmemiş.
sen mi biteceksin?
çekeceksen bile bayrağı,
yaşadım ulan dibine kadar diyemiycek misin?
Can Yücel